top of page
Post: Blog2_Post

Gumbo: Bir New Orleans Çorbası ve Jazz'ın Tarifi / Jazz'ın Hikayesi / Bölüm I

Güncelleme tarihi: 5 Ağu 2022

Öğretmenlik hayatımın son on senesinde Jazz üstüne çok sayıda farklı ders tasarlayıp, anlattım. Bazen 6.sınıflar ile dünya haritası üzerinden hayali yolculuklar gerçekleştirdik ve Jazz'ın rotasını takip ettik, bazen de 7ler ile Jazz'ın Hikayesi adlı kendi yazdığım kitapçığın etkinliklerini yaptık.

Fakat bu dersleri, belirli bir program içinde, geniş geniş ve sindirerek işlediğim için her zaman rahattım. İki sene önce ise, bugünün moda tabiri ile bir challenge ile karşılaştım ve "challenge accepted" dedim. Mücadele konusu şuydu:

Daha önce normal bir müzik dersi yapmamış, müzik derslerinde çalgı/branş eğitimi alarak gelmiş bir gruba, bir senelik bir "genel müzik" dersi vermem istendi. Düşündüm, bir sene yani 35-36 hafta eğitim süresi. Bunun olabileceği, tatiller vs derken, en fazla 30 ders. 30 tane 40 dakika...Ne anlatılır?


Planlamamı yaptım. Belirlediğim konuları haftalara böldüm. Klasik Müzik 'i Barok, Klasik, Romantik Dönemler üzerinden, en ilgi çekici besteci/beste hikayeleri ile vereceğim. Popüler Müzik Dönemleri zaten yıllardır işlediğim, patenti bende olan ve yarı dönemi bitiren bir programa sahip. 1950ler, 60lar, 70ler derken zaman uçup gidiyor. Geriye Jazz kalıyor; ancak bir sorun var:

Jazz için sadece üç ders ayırabiliyorum!


Oldu mu sana, ikinci bir Challenge ! Mücadele içinde mücadele.

Bilgisayar ekranının karşısında saatlerce düşündüm. Sadece üç tane 40 dakika içinde Jazz'ı nasıl anlatabilirim? Herhangi bir konuyu böyle bir zaman kısıtlaması altındayken anlatmak akla, mantığa sığmıyor. Kaldı ki, Jazz'ı anlatmak...


Neden böyle diyorum?


Jazz, tanımı net olarak yapılabilen bir şey değil. Kelime anlamı bile belli değil. 1910lar'da, hali hazırda yapılan bir müzik türüne isim olarak, Amerikan sokak ağzında enerji, ruh gibi anlamları olan "Jass " kelimesinden devşirilip, yaratılmış bir isim. Dolayısıyla, bu müziği tanımayan insanlara bunu anlatmak bir hayli zor.

Yapabileceğim tek şey, öğrencilerin Jazz ile kişisel bir ilişki kurmasını ve dersler bittikten sonra da dinlemelerini, okumalarını ve merak etmelerini sağlamak.

Bunu sağlamak için ne yapayım?

 

Bestecisinden, müzisyeninden mi bahsedeyim? Terimlerinden, dönemlerinden mi? Jam Session mı anlatayım? Bebop mı? Louis Armstrong ile başlayıp Ella Fitzgerald ile mi devam etsem? Hepsini boşverip, Frank Sinatra'nın Fly Me to the Moon'unu mu söyletsem konuyu kapatmak adına?


Amacım, çok kısa bir sürede, toplumda çok yaygın dinlenmeyen bir müzik türüne karşı farkındalık yaratmak. Bunu yaparken, her noktada konunun özünü yakalamak ve detaylardan mümkün olduğunca arınmak. Yine de, tekdüze bir havaya bürünmeyen, orijinal bir içeriğe bağlı kalmak.

 

Amaçlara ulaşmak için doğru araçlar seçmek gerekir. Ben de, yukarıda saydığım amaçlara ulaşabilmek için bir sistem, bir yöntem ve de konu anlatımına karşı bir bakış açısı arıyordum. Anlayacağınız, sorular çoktu; fakat cevaplar henüz yoktu.


Hemen ertesi gün, nette rastgele sörf yaparken bir gezi blog'una denk geldim. Gezginimiz New Orleans'a gitmiş ve orada bir çorba içmiş. O çorbayı anlatıyor...Bir anda, Arşimet'in haykırışı gibi beynimde bir ses belirdi: "Buldum! Bir yöntem buldum. "

Bu çorbanın ne olduğuna hemen geleceğim; ancak ilk olarak bulduğum yöntemi açıklayayım:


Jazz'ı Karakterize Etmek.

"Eğer Jazz ...... olsaydı ..... olurdu " kalıbını kullanarak farklı sorular ve cevaplar üretmek. Bu kalıbı, konunun her kritik adımında, yeni sorular ile tekrar etmek. İlk olarak da en esprilisini seçmek:

Eğer Jazz bir yemek olsaydı ne olurdu?


Hadi gelin. Bakalım, benim bir gezi yazısında görüp öğrendiğim ve bütün bir ders planını üstüne inşa ettiğim yemek neymiş:

Jazz bir yemek olsaydı, kesinlikle Gumbo olurdu; çünkü bu bir "her şey çorbası ". Bizim yaz veya kış türlüsü gibi. Bu tip çorbalar her ülkede, hatta her yörede bulunur. Ben de, ismi uçan fil Jumbo 'ya benzeyen bu çorbayı ait olduğu bölge sebebiyle seçtim:

A.B.D'nin Louisiana Eyaleti'nin en büyük şehri. Dünyanın en işlek limanlarından ve yine dünyanın en hareketli, eğlenceli ve çok kültürlü yerlerinden birisi. Bizim için daha önemli olan özelliği ile, Jazz'ın doğduğu şehir.

İkinci sorumuzun da cevabını bulduk bile. Eğer Jazz bir ülke olsaydı başkenti neresi olurdu?


Jazz Başkenti New Orleans'ın içinde bulunduğu Louisiana Eyaleti'nin ilginç bir tarihi var. İsmini Fransız Kralı XIV. Louis 'ten alan eyalet, Napolyon liderliğindeki Fransızlar tarafından 1800 yılında İspanyollar'dan alınmış ve üç yıl sonra Amerikalılar'a 80 milyon franka satılmış. Görünen o ki, " varlığı bir dert, yokluğu yara " olan paranın Napolyon için çok bir anlamı yokmuş:) 1803 yılında sattığı toprak parçasının sınırları, dönemin Birleşik Devletler sınırlarından daha büyükmüş! Zaten kendisinin " para, para, para " diye bir sözü de hiçbir zaman olmamış. Basbayağı bizim uydurduğumuz bir efsaneymiş.


Not: Napolyon ile müzik dersinin ilk kesişmesine tanık oldunuz. İlerleyen yazılarda, "Beethoven'ın Üçüncü Senfonisi : Eroica" ve "Tchaikovsky 1812 Uvertürü" eserleri ile ilgili bölümler olacak ve kendisi ile yeniden yollarımız kesişecek. ( konuyla alakasız eserler olduğu için ses/video linki vermedim )

Başkente dönelim. Eyalet satın alınmış olsa da, adından da anlaşılacağı gibi, Fransız etkisi her daim hissedilmiş. 100 sene öncesine kadar hakim dillerden birisi Fransızca'ymış. Şehirin en önemli caddesi olan Bourbon Street ( resimde ) ismini, yukarıda bahsettiğim XIV.Louis'in ait olduğu Bourbon Hanedanı'ndan almış. Bir anlatıya göre, şehrin ismini de, Kolonileşme Dönemi'nde Fransa'nın Orleans şehrinden gelen Fransızlar vermiş.


Bunlar şehrin tarihi için önemli bilgiler; ancak New Orleans'ın insanlık tarihi için temsil ettiklerinin yanında çok az yer kaplıyorlar. Burası, 15.yy'dan itibaren transatlantik köle ticaretinin beşiği olan Karayipler’den aldığı bütün o, Akdeniz, Afrika ve Latin Amerika kültürlerinin birleşim noktasıdır.

Şehir, 1800ler'in sonuna doğru gelirken, aynı anda dünyanın birçok farklı yerinden insanların bir arada yaşadığı bir kültür merkeziydi. Daha net olmak gerekirse, 1870ler New Orleans'ı, Avrupa'nın Klasik Müzik ve folklorik mirası, Latin Amerikalılar'ın, Karayipler ve Afrika'dan gelip asimile olmuş insanların müzikleri ve Amerikan yaşantısının bir bileşkesi gibiydi.

Jazz da böyle başlamıştı:


Eski Dünya 'nın gelenekleri ve insanları, Yeni Dünya 'nın topraklarında bir araya gelmişti.


Bakın, size ne güzel bir Jazz tanımı yaptım; ancak henüz bitmedi. Bir tanımım daha var:


Gumbo ve Jazz


Gumbo'yu Jazz Müzik'i temsil eden yemek olarak seçme sebebimin ait olduğu yöre ile ilgili olduğunu söylemiştim. İçinde bu kadar fazla ve farklı içerik olması da New Orleans'ın çok kültürlü yaşantısını temsil ediyor.

Bir çorba piştikten sonra, içine giren bileşenlerin tadını ayırt etmek çok kolay değildir. Gumbo da böyledir. Kelime anlamı bamya olan Gumbo, içinde et, tavuk ya da deniz ürünleri, çeşitli sebzeler ve baharatlar ile kıvam arttırıcı olarak kullanılan bamyanın bir birleşimidir. Bamya o kadar küçük doğranarak ilave edilir ki, pişerken eriyip gider ve görünmez olur. Jazz da tam olarak budur:


Dünyanın bütün kültürlerini içine alabilen; ancak hepsini yepyeni bir tat içinde eriten bir çorba.


20.yy başından beri kaynayan bu sonsuz bileşenli çorbanın içinde insanlığa dair her şey var demek abartı olmaz. Tabağınıza bu çorbayı dolduruyorsunuz. Karşınızda duran şey öyle bir çorba ki, Üç Michelin Yıldızlı Şeflerin bile rüyalarını süsleyecek kadar olağanüstü görünüyor. Üstelik, canınız o gün nasıl bir tadın baskın olmasını istiyorsa, o baharatın bol olduğu bir tane seçiyor ve kulaklığınızdaki müziğin tadını çıkarıyorsunuz!

Fena duyulmuyor değil mi?


Not: Spotify hesabımda, Jazz'ın içindeki farklı baharatları, yani farklı kültürleri şöylece bir tadın diye, Gumbo ve Jazz'a özel bir liste yaptım. Ben yazının kapanışını yaparken, bir yandan dinleyebilirsiniz:)

 

Bu yazıda, Jazz'ı çok seven bir müzik öğretmeni olarak, her yaştan öğrencilerime Jazz'ın tarifini yapmak için kullandığım bir metaforu anlattım. Bu çorba metaforu sayesinde Gumbo ve New Orleans ile tanıştık ve yukarıda sorduğum iki sorunun cevabını bulduk. Bu cevaplar ile birlikte, Jazz'ın Hikayesi adlı bir yazı dizisini de başlatmış olduk.

Aynı amaçla, aynı yöntemi kullanarak ilerleyeceğim bu yazı dizisi içinde, gerçek anlamda ilham verici hikayeler ve iki farklı Jazz Tanrısı'nın İstanbul ziyaretini okuyacaksınız.

" Eğer Jazz bir çocuk olsaydı, anne ve babası kim olurdu? " ve " Jazz Ülkesi'nin bir anadili olsaydı bu hangi dil olurdu ? " sorularının cevaplarını bulacaksınız.


Tüm bunlar bittiğinde, aklınızda Jazz ile ilgili net bir resim olmasını planlıyorum. Eğer, buradan okuduklarınızdan etkilenip, bölüm sonlarında paylaşacağım çalma listelerini açarsanız ve verdiğim kaynaklara bir göz gezdirirseniz kendimi başarılı sayacağım.


Ne demiş Moliere:


" Engel ne kadar büyükse, onu aşmanın zaferi de o kadar büyük olur. "

 
  • Spoiler Uyarısı!

Bir sonraki yazıda, New Orleans'ın, Edison'un ampülü icat etmesinden önceki müzik yaşantısına, sokak bandolarına ve ampülün icadının Jazz Müzik için nasıl bir devrim olduğuna bakacağız. Bu devrimin içinden çıkan ve günümüz müzik dünyasının belki de en önemli bileşeni haline gelen çalgının ne olduğunu öğreneceğiz.


Görüşmek üzere.

325 görüntüleme3 yorum
bottom of page