Dmitri Shostakovich
Fotoğrafta 20. yüzyılın en önemli bestecilerinden birisini görüyorsunuz. Hayatını yoksulluk, mücadele, sansür ve en üst derecede baskıcı bir komünist diktatorya altında eşsiz müzikal eserler üreterek geçiren bir müzik kahramanı:
Birçoğunuz bu harika besteciyi Kartal Tibet'li Tarkan filmlerinden ve Klasik Müzik'in en sevilen melodilerinden birisi olan Jazz Vals ile bilirsiniz. Özellikle, 5.Senfonisi'nin ilk bölümü, yaşı Tarkan filmlerini izlemeye yetmiş tüm okuyucular için unutulmaz bir temaya sahiptir.
Shostakovich, 69 yıl süren çileli yaşamında çok fazla iniş çıkışlar görmüştür. Onlu yaşlarında Birinci Dünya Savaşı patlak vermiş ve ailesi ile sefil durumda kalmışlardır. O derecedir ki; babası yetersiz beslenme sebebiyle vefat etmiştir. Yirmili yaşlarında vereme yakalanmış ve on sene bu hastalıkla mücadele etmiştir. Sovyetler'i 1924-53 arasında 29 sene diktatörlük ile yöneten Stalin'in rejiminde bazen halk kahramanı bazen de düşmanı ilan edilmiştir. Ödüller aldığı günlerin ardından bizzat Stalin'in gazetesi tarafından Sovyet müzik ruhuna zarar vermekle itham edilmiş, arkadaş ve akrabalarının öldürüldüğü Büyük Temizlik döneminde hapis cezası ve ölüm korkusu ile yaşamıştır. Bütün bu yıllar boyunca bestelediği 15 senfoninin yanısıra birçok opera, konçerto, piyano besteleri ve film müzikleri de yazmıştır. Yukarıda bahsettiğim Jazz Vals adlı eserini de 1956 yapımı bir Sovyet filmi olan The First Echelon ( Birinci Kademe ) için bestelemiştir.
İnsan merak etmeden duramıyor; Shostakovich gibi üstün yetenekler bu yaşam savaşının galipleri oldukları için mi böyle eserler üretebilmişlerdir; yoksa yaşadıkları hayat onların yapabileceklerini sınırlandırmış mıdır? Besteciler, sanatçılar, şairler, filozoflar tam bir özgürlük içinde olduklarında düşünsel üretim artar mı yoksa azalır mı? Gerçekten çok zor ve sanırım cevabını da hiçbir zaman veremeyeceğimiz sorular.
Bu sorulara benzeyen; fakat nispeten cevap verebileceğim bir tanesini derslerimde de çok sık duyarım:
" Öğretmenim, Klasik, Halk Müziği, Jazz veya Rock fark etmiyor; anlattığınız tüm müzisyenler türlü zorluklarla, fakirlikle, üzüntüyle savaşmış. Bir tane bile mutlu, doğuştan ayrıcalıklara sahip örnek yok mu? "
Var, elbette. Birçok farklı alanda bu zorlukları oldukça az yaşamış ve dünya çapında başarılı olmuş insanlar var. Yine de, oran olarak hatırı sayılır ölçüde az olduklarını söyleyebiliriz. İsmi tüm insanlığın üzerinde yükselmiş kişilerin hayat yolculuğu genellikle oldukça yorucu olmuş.
Amerikalı psikolog Abraham Maslow'un meşhur İhtiyaçlar Hiyerarşisi'ni bilirsiniz. Bu teoriye göre insan ihtiyaçları:
Fizyolojik İhtiyaçlar: Açlık, susuzluk ve buna benzer temel yaşamsal ihtiyaçlar
Güvenlik İhtiyacı: Dış faktörlerden kaynaklı tehlikelerden korunma
Sosyal İhtiyaçlar: Aidiyet, sevgi, kabul görme, sosyal yaşam vb.
Değer Verilme/Saygınlık İhtiyacı: Statü, başarı, itibar, tanınma
Kendini Gerçekleştirme: Gelişim, bir işi başarıyla tamamlama, yaratıcılık olarak sıralanır.
Maslow'a göre bizler önce karnımızı doyurur, sonra başımızı sokacak bir yer buluruz. Bunlardan sonra sıra sosyalleşmeye, ait olduğumuz topluluklar içinde sevilip, sayılmaya ve kabul görmeye gelir. Daha sonra kariyerimizde ilerleriz, başarı basamaklarını bir bir çıkmak isteriz. Hepsi bittiğinde sıra hayatı anlamak ve anlatmaya gelir.
İhtiyaçlar Hiyerarşisi hakkında Psikoloji dünyasında destekleyen ve eleştiren farklı görüşler var. Benim bu konuda yorum yapmak pek haddime değil, elbette; ancak bir müzisyen olarak aklımı kurcalayan şeyleri sizlere de sormak isterim:
Dünyayı gözleri kadar beyninin içinde yankılanan seslerle anlayan ve anlamlandıran insanlar için bu sıralama geçerli midir? Ya da, bu özelliklere sahip insanlar içinde baskıya maruz kalan, fakirlikle boğuşan insanlar ile nispeten rahat yaşayanların ihtiyaç sıralaması değişir mi? Bir müzisyen için müzik yapmadan, bir besteci için bestelemeden ya da bir ressam için çizmeden yaşamak mümkün müdür?
Örneğin, Maslow beş numaralı ihtiyaç olan kendini gerçekleştirme için "insanın olabileceğinin en iyisi olması gerekir " der. Şüphesiz bu cümle kişinin kendine koyduğu nihai hedeflerden biri olmalıdır. Shostakovich gibi insanlar içinse kendini gerçekleştirmek nihai bir hedef yerine varolabilmenin tek yolu olabilir mi? Bizim nihai hedefimiz onların başlangıç noktasıdır diyebilir miyiz?
Yazının bu kısmına kadar zor sorular sorarak geldim. Cevapları ilk bulan diğerlerine haber versin :)
Şimdi, sizi daha fazla düşüncelere sevk etmeden hikayeye başlayayım. Önce şehrimizi tanıyalım.
Çarlar Şehri St.Petersburg
Shostakovich, 1906'da Rus İmparatorluğu sınırlarında olan St.Petersburg şehrinde doğdu. Bu şehrin adı daha sonrasında Petrograd ( 1914-1924 ) ve Sovyetler Birliği'nin kurucusu Lenin'in 1924'teki vefatının ardında da Leningrad ( 1924 - 1991 ) olarak değiştirildi. Şehir, 1991 senesinde Sovyetler Birliği'nin dağılması ile birlikte yeniden St.Petersburg ( Sankt-Peterburg ) ismini aldı.
St.Petersburg Rusya'nın ikinci, Avrupa'nın ise dördüncü büyük şehridir. Baltık Denizi'nin kıyısında bulunan ve 1703'te Rus Çarlığı tarafından kurulan şehir 200 yıl boyunca başkent oldu. Bu sebeple şehrin lakabı "Çarların Şehri"dir.
1917 Büyük Ekim Sosyalist Devrimi'nden sonra Bolşevikler Mart 1918'de Moskova'yı başkent yaptı.
Moskova'ya nazaran Rusya'nın Avrupai görünen yüzü olarak tasvir edilen St.Petersburg yakından bildiğiniz birçok ismin de yaşadığı şehirdir. Önceki yazım olan Hayvanlar Karnavalı'nda bahsettiğim, Kuğunun Ölümü adlı bale ile tanınan Anna Pavlova, Ateş Kuşu ile tanıyacağınız büyük besteci Stravinsky, bugünkü Rusya başkanı Putin ve daha birçok ünlü isim bu şehirde doğmuş veya yaşamıştır. Bu isimlerden Dostoyevski, Puşkin ve Rimsky-Korsakov'un evleri de müze olarak kullanılmaktadır.
Ayrıca, Dostoyevski'nin eserleri Suç ve Ceza, Budala, Ezilenler ve Beyaz Geceler bu şehirde geçer.
Leningrad Kuşatması ( 1941-1944 )
İkinci Dünya Savaşı'nın Doğu Cephesi'nde Almanlar tarafından başlatılan imha saldırılarında, şimdiki adıyla St.Petersburg, o zamanki adıyla Leningrad, kara ile son bağlantısı da kesilerek kuşatıldı. Adolf Hitler'in emriyle sistematik olarak herhangi bir destekten izole edilen şehirde, çoğu çocuk ve kadınlardan oluşan ( yaklaşık 800 bin ) toplamda 1.5 milyon insan bombardıman, açlık ve hastalık gibi sebeplerle yaşamını yitirdi.
1941 yılının eylülünden itibaren yaklaşık 900 gün süren ve Ocak 1944'te sona eren bu kuşatma, tarihin en üzücü olaylarından birisidir.
Kuşatma boyunca insanların günde sadece 125 gram ekmek yeme imkanı vardı. Yeterince un olmadığı için ekmek; selüloz, buğday kepeği veya çam ağacının dikenleri gibi diğer malzemelerle yoğruluyordu. Bu yoklukta eldeki her şey yemek haline getirildi. Öyle ki, bazen tutkalı katık ettiler, bazense deri çiğnediler. Hayvanlar da yakalanıp yendiği için sokaklar bile boş kaldı.
9 Ağustos 1942 ve Shostakovich 7. Senfoni
Shostakovich 27 Aralık 1941'de eserini tamamladığında 35 yaşındaydı. 252 sayfalık eserini ülkesinde savaş nedeniyle hayatını kaybeden tüm insanlara adadı. Aslında, ilk gösterimin o sırada yoğun bombardıman altında bulunan Leningrad'ta seslendirilmesini istemişti; ancak Leningrad Filarmoni Orkestrası Sovyet Ordusu tarafından şehirden tahliye edilmişti. İlk gösterim için farklı şehirler düşünülmeye başlandı.
Bu andan itibaren, "acı çeken Leningrad'ın müzikal biyografisi" kabul edilen 7. Senfoni'nin, dünyanın farklı noktalarına yolculuğu da başlamış oluyordu. Son durak ise kuşatma altındaki Leningrad'ta olacaktı.
Premier yani ilk seslendirme, Mart 1942'de bugünkü adıyla Samara, o günkü adıyla Kuybişev'de yapıldı. Hemen ardında da Moskova'da ikinci kez seslendirildi. Sonrasında sırasıyla, Haziran 1942'de Londra'da BBC Proms ve temmuzda New York - Carnegie Hall konserleri gerçekleşti. Tüm bu konserler ile 7. Senfoni, bestelenmesinin üstünden bir yıl geçmeden dünya çapında üne kavuşmuştu. Shostakovich ise hala Leningrad'ta gerçekleşecek bir konserin hayalini kuruyordu:
Savaşta hayatını kaybeden milyonlar için bestelenmiş bir eserin tüm şehre hoparlörler ile yayınlandığı bir konser...
Leningrad Konseri
Filarmoni Orkestrası tahliye edildikten sonra Leningrad'da tek bir orkestra kalmıştı; Karl Eliasberg yönetimindeki Leningrad Radyo Orkestrası. Savaş şartlarına rağmen müzik yapmaya devam ediyorlardı. Onlar da kuşatmanın başladığı Aralık 1941'de gerçekleştirdikleri son performansın ardından kapanmışlardı. ( son olarak Tchaikovsky tarafından, Napolyon'a karşı kazanılan Fransa-Rusya Savaşı'na ithafen bestelenen 1812 Uvertürü'nü çalmışlardı )
Şefin o performans sonrasında yazdığı tutanak oldukça hüzünlüydü:
" Prova yapamıyoruz. Srabian öldü. Petrov hasta. Borishev öldü. Orkestra çalışamıyor. "
Ağustos 1942'de Karl Eliasberg'e bir not ulaştı. Hükümet, halka moral vermek ve yüksek Sovyet ruhunu müzik ile yüceltmek için hazırlıklar yapmaya karar vermiş; böylece Shostakovish'in yeni eseri, 7. Senfoni'nin Leningrad'da seslendirilmesini onaylamıştı. Şeften orkestrayı toparlaması isteniyordu. Eliasberg dağılan orkestrasına yeniden toplanma çağrısı yaptığında ise korkunç durum ortaya çıktı:
Sadece 15 müzisyen kalmıştı! Asıl kadrosu 40 kişi olan orkestranın geri kalan üyeleri ya açlıktan ölmüş ya da Naziler'le savaşmak için orduya dahil olmuşlardı.
İlk Prova
7.Senfoni oldukça büyük bir orkestra kurulumu gerektiriyordu. İçerisinde sekiz korno, altı trombon ve iki arp bulunan bu kurulum için yaklaşık 100 müzisyene ihtiyaç vardı. Eliasberg, dağılan orkestrasını toparlamak için çok uğraştı. Evleri, hastaneleri teker teker gezdi. Açlık ve halsizlikten bitap düşmüş onlarca müzisyeni bir araya getirdi. Orkestra, ilk provası için bir araya geldiğinde olanları tanıklardan biri şöyle aktarıyordu:
" Karanlık apartman dairelerinden gelmeye başladığımızda bu insanlar nasıl da canlandı! Konser kıyafetlerini, kemanlarını, çellolarını ve flütlerini çıkardıklarında gözyaşlarına boğulduk ve provalar başladı. "
Klarnetçi Galina Lelyuhina yaşanan süreci "Radyoda, yaşayan tüm müzisyenlerin davet edildiğini söylediler. Yürümek zordu, skorbüt hastalığına yakalanmıştım ve bacaklarım çok acı veriyordu. İlk başta dokuz kişiydik ama sonra daha çok insan geldi. Şef Eliasberg bir kızakla getirildi; çünkü açlık onu çok zayıflatmıştı." sözleriyle anlatmıştır.
Kuybişev'den malzeme taşıyan bir uçak, şefin 252 sayfalık partisyonunu senfoniye ulaştırmak için Leningrad'a getirdi. Mart 1942'da provalar başladı. İlk provanın üç saat sürmesi planlandı; ancak mevcut 30 müzisyen enstrümanlarını çalamayacak kadar bitkin olduğu için 15 dakika sonra durdurulması gerekti. Provalar sırasında özellikle bakır nefesli çalgıları çalanlar sık sık rahatsızlandılar. Bir trompetçi çalgısından ses çıkaracak kadar nefes veremediği için ağlamış ve şeften defalarca özür dilemişti.
Yine ilk provada orada olanların tanıklıklarına göre, bazı müzisyenler çıkmaları gereken ikinci kata tırmanamadılar ve aşağıda performanslarını sergilediler. İnsanlar çok zayıf oldukları için oturamıyorlardı, kemikleri batıyordu. Orkestra üyelerine açlıkla mücadele etmek için halk tarafından bağışlanan yiyecekler verildi. Yine de provalar sırasında üç sanatçı uzun süredir maruz kalınan açlık sebebiyle hayatını kaybetti.
Provalar, hava saldırısına dair sirenler tarafından sık sık kesintiye uğruyordu. Bazı müzisyenlerin uçaksavarda görev almaları veya yangınlarla mücadele etmesi gerekiyordu. Şehre, tüm müzisyenlerin orkestraya dahil olmaları için çağrı yapan posterler asıldı. Sovyet askerleri arasındaki sanatçılar, Leningrad Cephesi'nin komutanı Leonid Govorov'un da desteğiyle orkestraya katılmak için ön cephelerden geri çağrıldı.
Resmi Sovyet gazetesi Pravda "Bu insanlar şehirlerinin senfonisini çalmaya, senfoni de kendilerine layıktır." diye yazmıştı.
9 Ağustos Gecesi
Müzisyenler haftanın altı günü çalışıyorlardı. Dev senfoni parça parça bir araya gelmeye başlamıştı. Performans günü olan 9 Ağustos geldiğinde ise orkestra, senfoninin tamamını sadece bir kere prova edebilmiş şekilde konsere çıkmayı bekliyordu.
Konser başlamadan hemen önce Sovyet askerleri Alman hattına müthiş bir saldırı düzenledi. Üç bin havan topuyla yapılan bu saldırı sayesinde Alman silahları konseri susturamayacaktı. Şehrin her yanına kurulan hoparlörler müziğin sadece şehirde değil, aynı zamanda Alman hatlarında da duyulmasını sağlayacaktı.
Konser öncesinde Şef Eliasberg'in önceden alınmış bir ses kaydı radyoda yayınlandı:
" Yoldaşlar! Kentimizin kültürel tarihinde yer alacak büyük bir olay yaşanmak üzeredir. Birkaç dakika içinde ilk kez seçkin vatandaşımız Dmitri Şostakoviç'in 7. Senfonisi'ni duyacaksınız. Kendisi düşmanın Leningrad'a delice girmeye çalıştığı günlerde şehirde bu büyük kompozisyonu yazdı. Faşist domuzların tüm Avrupa'yı bombaladığı ve Avrupa'nın da Leningrad'ın sonunun geldiğine inandığı esnada. Ancak bu performans ruhumuza, cesaretimize ve savaşmaya hazır olduğumuza tanıklık etmektedir. Dinleyin yoldaşlar! "
Bir yandan konser salonundaki şanslı izleyiciler, öte yandan şehirdeki insanlar nefeslerini tutmuş bekliyorlardı. Hepsinin dileği Almanlar'ın konseri engelleyecek bir bombardımana başlamamasıydı. Sonunda Şef Eliasberg geldi. Açlıktan bitap olmalarına rağmen bir örnek giyinmiş müzisyenler ayağa kalktılar. Konser başladı ve orkestra mükemmel çaldı. Kuşatmanın hemen başında babası ve büyükbabası öldürülen genç Olga Kvade şöyle anlatıyordu: ( bu linkten kısa bir söyleşi videosunu izleyebilirsiniz )
" Aynı anda hem ağlamak istiyordum hem de müthiş bir gurur duyuyordum. İçimden - Kahrolun, bizim bir orkestramız var! Biz konser salonundayız ve bu sayede sizler bulunduğunuz yerde kıpırdamadan duruyorsunuz! - diyordum. Şehrin dört yanı onlarla çevriliydi. Buna rağmen o an üstünlüğün bizde olduğunu hissedebiliyordum. "
Konser tamamlandığında önce tam bir sessizlik oldu. Ardından gök gürlercesine bir alkış başladı. Alkış neredeyse bir saat susmadı. Bir kadın, elinde Leningrad'da yetişmiş taze çiçeklerden bir buketle geldi ve şefe verdi. Kuşatma altındaki bir şehirde, açlıktan ve sefaletten insanların öldüğü bir anda böylesine bir detayın anlamı çok ama çok büyüktü. Acı çeken Leningrad'ın müzikal biyografisi bittiğinde herkes gözyaşları içindeydi.
Yazının burasında, sizin de içinizden geçtiğini bildiğim bir isteğimi belirtmek istiyorum:
Keşke bu ölümsüz anın bir video kaydı olsaydı; fakat ne yazık ki yok!
Bunun yerine, tüm bu hikayeyi benim için en çarpıcı şekilde anlatan, eserin final bölümünü dinlemenizi istiyorum. Dinlerken lütfen gözünüzde bütün bu anlattıklarımı canlandırın.
Leningrad Senfonisi'nin tamamı
Son
9 Ağustos 1942'de insanlık tarihinde efsanevi bir an yaşandı. Bu an ile, savaşın kurbanları, o savaşın ölüm makinası olan orduya, Wehrmacht'a müziğin ilahi gücüyle başkaldırdı.
Konserin ardından Leningrad bir buçuk yıl daha dayanmak zorunda kaldı. Ocak 1944'te Sovyet Ordusu Alman hatlarını parçaladı ve savaş sona erdi. Yine de, birçok tarihçiye göre konser gerçek zaferin başlangıcı olarak kabul edildi.
Eliasberg de sonradan konser için "Tüm şehir insanlığı bulmuştu. O anda ruhsuz Nazi savaş makinesine karşı zafer kazandık" ifadelerini kullanmıştı.
Savaştan yıllar sonra Eliasberg'i bulan iki Alman turist kendisine "9 Ağustos 1942'den sonra savaşı kaybedeceğimizi fark ettik. Gücünüzü; açlık, korku ve hatta ölümün bile üstesinden gelebileceğinizi hissettik." demişti. Yine savaştan seneler sonra, konser esnasında Alman birliklerinde olan bir asker kahramanların senfonisini dinler gibi olduklarını söylemişti.
Hayatta kalan sanatçılar 1964 ve 1992 yıllarında aynı salonda ve aynı koltuklarda olacak şekilde "yeniden bir araya gelme konserlerine" katıldılar.
Shostakovich, 27 Ocak 1964'te ilk bir araya gelme konserine katıldı. Eliasberg ve 23 müzisyen konseri gerçekleştirdi ve galadan bu yana ölen katılımcıları temsil etmek için ölen müzisyenlerin sandalyelerine enstrümanlar yerleştirildi.
1992 yılındaki konserde ise hayatta kalan 14 müzisyen vardı.
1953'te Stalin'in ölümü Shostakovich için çok önemli bir gelişme oldu. Sanatsal çalışmalarında öncesine nazaran daha rahat kalan besteci, 10.Senfonisi'ni bu dönemde besteledi. Bu eseri de, yazının en başında bahsettiğim 5.Senfoni ( Kartal Tibet'in canlandırdığı Tarkan filmlerinin teması ) ve yazının konusu olan 7.Senfoni ile birlikte bestecinin en meşhur eserlerindendir. Stalin'in müzikal bir portresi olarak tasvir edilen ikinci bölümü de aşağıya video olarak bırakıyorum:
Bu yazıyı da tamamlarken son söz olarak şunu söylemek istiyorum:
Gündelik hayatımızı çoğunlukla bir anlamı, anlatmak istediği bir hikayesi olmayan müzikler arasında geçiriyoruz. Bu vasat müzik yağmuru içinde hepimiz, istemeden de olsa biraz duyarsızlaşıyoruz ve sanatın geneline karşı ilgimizi kaybediyoruz. Oysa, sanat için yapılan bütün müziklerin arkasında bazen büyük bazen de küçük hikayeler var. Bunları bilmek ve eseri bilerek dinlemek bizi hayatı anlama yolculuğumuzda bir adım daha ileri taşıyor diye düşünüyorum.
Aşağıda yazı boyunca kullandığım Türkçe ve yabancı kaynakları, bazı öneri videolarını bulabilirsiniz. Bir sonraki yazımda yine bir müzik kahramanı, hem de en büyüklerden birisi olan Tchaikovsky'nin 1812 Uvertürü'nü anlatacağım.
Kendinize iyi bakın. Müzikle kalın.
Comments